25 Aralık 2010 Cumartesi

Gerçekleşen Hayaller...

"Düşüncelerinize dikkat edin, her an gerçekleşebilirler" ve ", Düşüncelerinizden siz sorumlusunuz" spiritüel ilkelerine her ne kadar yürekten inansam da, şimdi artık tecrübeyle sabit yaşanmışlıklarım var...hep vardı ama bu kadar hayal edip de bir türlü gerçekleştir(eme)diğim bir şeyi iki gün içinde hayata geçirebilmenin şokundan hala kurtulabilmiş değilim...

Özellikle Deniz doğduktan sonra sürekli site hayatı olan bir yere taşınma isteğim vardı. Geçen (2) sene boyunca çeşitli içsel ve dışsal şartların etkisiyle bu isteğim depreşti. İçimdeki bir ses hadi kalk ve bitir şu işi derken, diğer ses, yok yapamazsın, şu an elin kolun bağlı, şartların daha da olgunlaşmasını beklemek zorundasın diyordu ve ben sürekli bu isteğimi erteleye erteleye, eski evimde her geçen gün daha mutsuz günler geçirmeye başlamıştım.
Neyse gelenler geldi bana, baktım ki (1) sene daha dayanacak hal yok, şu an çocuğum vasıtasıyla bağlı olduğum kişileri aldım karşıma, konuştum bir güzel. Zaten son günlerde bendeki haleti ruhiyenin pek sağlıklı olmadığını gördüklerinden, hiç beklemediğim bir anlayış ve hoşgörüyle destek oldular bana. Sonrası zaten benim gibi bir eylem adamı için hiç zor olmadı.

Ptesi gazeteden evi gördüm, Salı görmeye gittim, Cuma günü taşındık! Oha, değil mi! Vallaha öyle... o günden bu güne ancak kendime geliyorum...Bundan sonraki bir taşınma işini de ancak ve ancak kendi evimiz olduğu zaman kaldırabilirim. Yetti bu hareket.

Diyeceğim, önce evrene gönderdim arzumu, sonra rüyalarımla ve imajinasyonlarımla besledim, ara ara süreci yokladım, sonrasında gerekli adımları attım ve işte sonuç!
Düşüncelerinize dikkat edin, her an gerçekleşebilirler!

Şu an tam da hayal ettiğim gibi, camekanlı balkonumdan, yemyeşil ağaçları, ağaçların arasında uzanan kanalı ve sanki dokunacakmışım gibi yakın olan gökyüzünü izleyerek yazıyorum bu satırları...Çok teşekkür ederim yüce evren çokkkkk...

Alp'in doğumgününden geldik, o kadar azdı ki çocuklar, bizimki koltukta sızdı kaldı bu saatte....

21 Ekim 2010 Perşembe

Rüya

Dün akşam rüyamda şahane bir ev gördüm yani tabii bana göre şahane. İçi eski falan ama denize bakan bir yamaçta, yemyeşil bir bahçesi, kocaman balkonu var, 2 oda 1 salon ama hiç fark etmez, biz buraya sığarız diyorum Tolga'ya. Salondan balkona açılan bir kapı var, oradan adımınızı attığınız anda sanki gökyüzü ve denizin birleştiği ufuk çizgisinde yaşıyormuşçasına bir sonsuzluk duygusuna kapılıyorsunuz, o kadar etkileyici. Zaten bu manzaradan sonra ben kararı vermiş durumdayım, hemen taşınıyoruz! Selmacım pazarlık yapıyor, ben kendimden geçmiş durumdayım, öylesine mutluyum...

Kıçım açıkta da kalmış olabilir tabii ama geçenlerde gördüğüm rüyanın 3 gün sonra aynen başıma gelmesi, kimbilir, bu da bana hayatın güzel bir sürprizi olabilir umuduyla beni pek bir hoşnut etti.

Giderek Tatsızlaşan Şehrim Üzerine...

Tatsız geçen bir Pazar gününün üzerimizdeki etkilerini dağıtmak ve eğlenceli bir şeyler yapmak adına öğleden sonra İzmir Doğal Yaşam Parkı'na gidelim dedik ve büyük bir hayalkırıklığıyla bir daha gitmemek üzere bu sayfayı kapattık.
Benim güzel şehrim İzmir'imin "doğal" adı altında kalan birkaç parça yeşil alanı, kesinlikle gerçek İzmir'li olmayan, ne kendine ne çocuğuna ne çevresine ne de içinde yaşadığı dünyaya karşı en ufak bir saygısı olmayan, sorumsuz, pis, kaba, bencil insanlarca talan edilmekte olduğunu gördük!
Karşılaştığım insan manzaralarını yazsam karikatür mü gerçek mi ayırt edemezsiniz...yemek yediği masanın altına tükürüp ayağıyla ezen 60 yaşlarında dede mi istersiniz, son model türbanlarını takıp güruh halinde sipariş kuyruğunda birbirine bağırıp çağıran aileler mi istersiniz, baba tepeleme ketçap ve mayonezle süslediği patates kızartmasını kendinden geçmiş bir şekilde yerken, 5 yaşlarında çocuğu ayranı döktü diye onu döven bir anne mi görmek istersiniz, peçeteleri üçer beşer koparıp yer dekorasyonu olsun diye yerlere fırlatanları mı istersiniz ya da güzelim zürafaya muzlu gofret yedirmek için görevlinin ikazlarına rağmen kendini paralayan yetişkinleri mi...
İnanamadım, bu insanlar İzmir'li olamaz dedim, acayip pasifize oldum, moralim bozuldu, çocuğumuza yaşayarak vermeye çalıştığımız pozitif değer ve güzel ahlak normlarının başkaları tarafından nasıl da acımasız bir şekilde çiğnendiğini görmek beni çok ama çok üzdü.
Üstelik daha bir gün önce, küçük vapur yolculuğumuzda bize şu anki karşıyaka nikah dairesi önünden denize girilen, komşu bahçelerin dalından "çaldıkları" (ne büyük bir zevktir, bilirim!) taze meyveleri büyük bir keyifle yiyebilen, konu komşu herkesin akşam kapı önünde birbiriyle samimiyetle paylaştıkları çay saatlerini ve sohbetlerini, yazlık sinemalardaki tahta sandalye ve gazoz saatlerini gözlerinin içi gülerek anlatan tatlı mı tatlı, erdemli mi erdemli, aydınlık yüzlü, temiz düşünceli, eski Karşıyakalı, tam bir beyefendi dedemizle yaptığımız içimi ferahlatan bir sohbet yapmışken...bir gün sonra karşılaştığım bu manzaralar, yaşamakta olduğum güzel şehrimin içinde giderek yalnızlaştığımız hissini epeyce derinleştirdi bende...hakikaten kutuplaşmalar artıyor bu ülkede...birileri birileri yüzünden daha da uçlara doğru çekiliyor giderek...nerede bütünlük, nerede insanlık, nerede toplum...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Yağmurlu İzmir günleri

yine başladık...çok istemiştim ya, yeter artık bu sıcaklar, kış gelsin diye, aha işte göründü...
yağmur değil de problemim, karanlık gökyüzü :(((
sabahtan beri durmaksızın yağıyor, saat ha sabah dokuz ha akşam dokuz, öylesine karanlık ki, fark edilmiyor...yağmur çizmelerini çıkarma zamanı gelmiş demek ki...tril tril yazlık eteklerimin altına da pek bir kro olacak ame...

15 Ekim 2010 Cuma

2.Doğumgünümüzden kareler



Deniz mi kutluyor anne babası mı belli değil!
Öyle bir azim ve şevkle üflemişiz mumları

Deniz 2 Yaşında!

Ben geldim!

Bir iki değişiklik yapayım alelacele de geldiğim belli olsun dedim :)))

Ta 4 Haziran'dan 15 Ekim'e kadar...dile kolay koskoca 4 ay!
Ay ben bu blog tembelliğimi nasıl adam edeceğimi bilemiyorum.
Şu takip ettiğim arkadaşlara bakıyorum da, mesela Pratik Anne, neredeyse her gün her koşulda bloguna iki satır da olsa bir yazı düşüyor. Sonra Asliberry, sonra PrimaRima, sonra Pinik Kuş...vallaha hayranım tempolarına. Çalışıyorum, çok yoğunum, çocuğum var bahaneleri de artık çok bayat be! Herkesin hayatı yoğun, herkesin çocuğu var, hatta bazılarımızın allah sağlıklı ömürler versin, 2 tane var! E ben, bunalım takılıp organize olamamaktan şikayetle hala aynı kısır döngü içinde gelip gidip aynı şeyleri tekrar ediyorum. Ha gayret, bir göreyim seni! Zaten kendi içsel varlığım için de şiddetle bir re-organizasyona gerek duyuyorum, yoksa gelmeye başladılar soldan soldan!

Neyse efendim, bu sene, çocukluğumdan beri ilk kez "artık ne olur yaz bitsin, kış gelsin!" dediğimiz bir yaz geçirdik İzmir'de...Yakın çevremdeki herkes pek bir hayretle baktı bana, bu kışın ne kadar tehlikeli geçebileceğini sezmiş olsalar gerek:)))

Neler yaptık 4 ayda?
3 ayımız çoğunlukla İzmir Foça İzmir ekseninde kilometre yapmakla geçti.
Deniz şahane bir yaz geçirdi Foça'da anneannesi ve dedesiyle...her gün deniz, tekne, kum, balık, bisiklet, koşmaca, tırmanmaca, saklambaç derken hem fiziksel hem de ruhsal bakımdan epey büyüdü gelişti. Dili çözüldü, papağan gibi her şeyi tekrar etmeye başladı, diyaloğumuz sevimli bir şekilde arttı. Çocukların gelişimini izlemek, anne ve baba için dünyada alınabilecek en büyük hazlardan biri olsa gerek...o kadar mutlu o kadar sevimli o kadar tatlı varlıklar ki...

Sadece Deniz'in rahatı ve mutluluğu için katlandığımız Foça günleri, Tolga ve benim içinse azap haline geldi. Üniversiteden beri anne baba hegomonyasından bağımsız yaşayan benim gibi bir tip için, onlarla bir şekilde ortak hayatı paylaşma zorunluluğumuz beni acayip bunalttı.
Temmuz'da 3 kişilik çekirdek aile olarak Assos taraflarına tatile gittik...Tolga'ya da, bana da, Deniz'e de çok iyi geldi. Kuzucum alıştı afsalt düşkünü anne ve babasıyla oradan oraya gezmeye, hiç arıza çıkarmadı yavrum. Tatil dönüşü ayrılmak zor oldu ama, içimiz sızladı onu tekrar Foça'ya bırakıp İzmir'e dönerken... allahtan ki yakın mesafe de akşamları gidebiliyoruz, tabii benzin fiyatları yüzünden bu sene onu da sınırlamak zorunda kaldık!

Birkaç kitap okuyabildim vapur yolculuklarımda. Maria Montessori'nin Annelik Sanatı'nı, Tony Humphreys'in Çocuk Eğitimin Anahtarı:Özgüven'i, Dr.Harvey Karp'ın Mahallenin Mutlu Yumurcağı'nı, OSHO'nun Çocuk kitabını ve sevgili Tamer Hoca'mın evirip çevirip defalarca okumaktan bıkmadığım Türkiye'den NLP Uygulamalarını ve pek tabii ki Milton Erickson'un Hipnozle Terapi Semineri'ni...sanki bir şeyler daha okudum ama hatırlamıyorum şimdi...kitaplar üzerine kesinlikle analizci yazılar yazmak gerekiyor, o da ayrı bir not kendime.

Teyzeciğimin beyninde çıkan ikinci kist haberiyle apar topar sonlandı Foça günlerimiz.
İzmir'e yerleşik düzene, evimize döndüğümüze sevinirken, bir yandan da hastane kapılarında endişe ve üzüntülerle geçti günlerimiz...hayatın her anı hakikaten büyük sürprizlere gebe, iyisiyle kötüsüyle, her şeyiyle... o yaşadığımız derin üzüntülerden sonra maddi anlamda kendimize ve evladımıza kurmaya çalıştığımız güvenlik kalelerinin içinin ne kadar da boş olabileceğini anladım bir kez daha ve yatırım kavramına bakışımı tamamen yeniden şekillendirdim. Hayat zor ama bir o kadar da kıymetli bir şey ki, insanoğlu olarak hepimiz yaşamın kıyısına gelmeden idrak edemiyoruz bunu, tipik dokunsal Türk insanı, ille yaşayıp hissedeceğiz sonra dank edecek bazı şeyler kafamıza!

O günden beri uzun vadeli kesinlik arz eden planlar yapamıyorum kendim ve ailem için, daha çok harbi içinde bulunduğum AN'ı hissedip hissettirmeye ve çocuğumun gözlerinde gördüğüm ışığın içinde onunla hemhal olarak yaşamaya çalışıyorum. Atlıyorum, zıplıyorum, dans ediyoruz, açık havada geziyoruz, parklarda kumlarla inşaatlar yapıyoruz, ambulans, itfaiye, polis arabası ve çöp kamyonlarının peşine takılıp, iş makinalarının şoförleriyle arkadaşlıklar kuruyoruz, teknik bilgiler alıyoruz, gece istediğimiz saatte uyuyup yine de güne erkenden başlayabiliyoruz...bu çocukların enerjileri tanımsız bir şey, gerçekten ayarları yok! ama mutlular, buna da değiyor doğrusu...

2 hafta önce ikinci doğumgünümüzü kutladık Solomon sülalesi olarak...maşallah yine kırk kişi vardık, harran gürren derken ikinci mumunu da üfledi Deniz kuzumuz.. Sağlıklı güzel yaşlara olsun inşallah...

Araya giren onca telefonla ancak bu kadar yazabiliyorum şimdilik.
Ama dönüşüm feci acımasız olacak, her bir bok da yazılmaz ki kardeşim dedirteceğim
blogumu okuyan, tesadüfen karşılaşan bir iki kişiye...

Her nerede her kiminleyseniz güzel AN'lar diliyorum herkese...

4 Haziran 2010 Cuma

Güle güle dedeciğim...Yolun açık olsun....


Dün sabah aldık haberini...bedenen ayrıldı aramızdan...gözlerimde yaşlar, zihin gözümde çocukluğuma dair anılar ve giderek kabaran yürek acısıyla koyuldum yola...bugün de "ebedi yolculuk" dedikleri son yolculuğuna uğurladık Dedeciğimin artık yorulan bedenini...ruhu da özgürleşti, aramızdaydı bugün, gördü ne kadar seveni olduğunu, torunlarının her biri sırayla başucunda nöbet tutarken eminim mutlu oldu, gurur duydu...üzerimizdeki hakkını unutmak mümkün mü? "Erdem"in ne olduğunu yaşayan bir erdem olan senden öğrendim ben, Erdemler bütünüydün benim için... Seni çok seviyorum dedecim. Şu dünya zamanıyla ne kadar zaman geçerse geçsin, kalbimde bana bıraktığın sevgin hiç ama hiç kaybolmayacak...

Yolun açık olsun Dedecim...Işıklar içinde yol al...Rehberlerin seni korusun...

28 Mayıs 2010 Cuma

A.S.Neill ve Summerhill: Özgürluk Okulu


Alexander Sutherland Neill
17 Ocak 1883 - 23 Eylül 1973
İskoçya doğumlu İskoç eğitimci, yazar ve psikolog

Neill, İskoçya'da Forfar kasabasında, öğretmen bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının öğretmenlik yaptığı ilkokulun tüm sınıflarının tek bir oda içinde ders gördüğü bir köy ilkokulunda eğitim gördü. 1912'de Edinburgh Üniversitesi'ni bitirip M.A. derecesini aldı. 1914'te Gretna Green Okulu'nda müdür oldu. Bu süre zarfında, okulda verilen eğitimden duyduğu hoşnutsuzluk daha sonra yayımladığı yazılarında görülebilir. Bu yazılarda, kendisini "çocukları ezik ve sinik olmaları için yetiştiren eğitim sistemi aleyhinde durmak için yeteri kadar Nietzsche takipçisi" olarak tanımlayacak ve "sorgulayan, yıkan ve yeniden inşa eden akıllar şekillendirmeye çalıştığı'nı" belirtecektir.

Neill'e göre eğitimin amacı çocukları hayata hazırlamaktı. Şimdiye kadar geliştirdiğimiz uygarlık; eğitim sistemlerimiz, politikalarımız, dinlerimiz, ekonomilerimiz faizi, soygunculuğu, sömürüyü, savaşları ve doğanın kirletilmesini ortadan kaldıramamıştır.
Neill'e göre bir çocuğun mutluluğu, yetişirken vermiş olduğu kendi kararlarına en üst düzeyde saygı gösterilmesine ve çocuktaki "kişisel özgürlük" hissine bağlı olarak gelişiyordu. Çocukluk döneminde bu özgürlük hissinin yokluğu ve buna bağlı olarak gelişen baskılı çocukluğun mutsuz tecrübeleri, yetişkinlikte ortaya çıkan birçok psikolojik sorunun kaynağıydı.

1921'de Neill, düşüncelerini kanıtlamak amacıyla Summerhill Okulu'nu kurdu. Bu fikirler arasında, çocukların derslere girmeye mecbur edilmediğinde daha başarılı oldukları düşüncesi de vardı. Ayrıca bu okul demokratik ilkeler ile yönetiliyor ve okul kurallarının ne olacağını belirlemek amacıyla düzenli toplantılar yapılıyordu. Bu toplantılarda çocuklar okul personeliyle eşit oy hakkına sahiptiler.

Summerhill Okulu deneyimi, geleneksel okulların baskısından uzak olan öğrenicilerin yan gelip yatmak yerine kendi kişisel motivasyonlarını sağlayarak karşılık verdiklerini ortaya koydu. Dıştan dayatılan zorlamacı disiplin, kişinin içindeki öz-disiplinin gelişimini engelliyordu. Bu nedenle Neill, Summerhill'e giden öğrencilerin, zorlayıcı kurallarla eğitim veren diğer okulların öğrencilerinden daha iyi gelişmiş bir eleştirel düşünme yeteneğine ve çok daha fazla öz-disiplin sahibi oldukları değerlendirmesini yapmıştır.

Summerhill okuluna kabul edilen öğrencilerin genellikle sorunlu özgeçmişe sahip, özellikle mutsuz bir ruh haline neden olan huzursuz ve ilgisiz ailelerden geldiğinin gözönünde bulundurulması daha aydınlatıcı olacaktır. Summerhill'in iyileştirici ortamı, geleneksel okullar tarafından reddedilen sorunlu öğrencilerin bile başarılı bir gelişme gösterdiklerini kanıtlamıştır.

Çağdaşı olan Sigmeund Freud ve Willhelm Reich'in çalışmalarından oldukça etkilenen Neill, cinsel düşünceler karşısında insanların utanmalarına ve günahkarlık hissetmelerine neden olan cinsel baskıya ve Kraliçe Viktoria tarafından çıkarılan cinselliği baskı altına alıcı kanunlar nedeniyle ödediği ve haksız olduğunu düşündüğü cezalara sonuna kadar karşıydı. Cinselliğe karşı olmanın hayata karşı olmak anlamına geldiğini açıkça belirtmesi, cinsel baskının dorukta olduğu Viktoria döneminde onu zamanının birçok kişi ve kurumunda olduğu gibi "istenmeyen" kişi haline getirmiştir.

Öğretmenlik kariyeri boyunca 1916 yılından başlayarak, İskoçca'da öğretmen anlamına gelen "Dominie" serisi de dahil olmak üzere düzinelerce kitap yazmıştır: Amerikan eğitim çevrelerinde en çok yankı uyandıran ve adeta bir fırtınaya neden olan Özgürlük Okulu: Çocuk yetiştirme Konusuna Köktenci Bir Yaklaşım(1960) adlı kitabıdır. Son çalışması ise Otobiyografisidir:(Neill, Neill, Orange Peel!)(1973) Ayrıca çocuklar için Yaşayan Son Adam gibi mizah kitapları da yazmıştır.

A.S. Neill, iki kez evlenmiş ve ikinci eşi Ena Wood Neill, kızları Zoe Readhead dünyaya gelinceye kadar Özgürlük Okulu'nu müdüre sıfatıyla A.S.Neill ile birlikte yönetmiştir.

14 Mayıs 2010 Cuma

Fiş Merakı

Sabah duştan çıktım, bornoz üzerimde, oh uyanmadan rahatça giyinebileceğim derken, pıtı pıtı yanımda biten sarı lüleli bir yer mantarı...ilk iş kapının yanındaki prizi ve fişi gösterip gerekli kontrolleri yapmak! bir günaydın de be çocuğum, bir iyi sabahlar anneciğim de, yok ilk işimiz, üzerinde bornoz, kafasında havlusuyla anneyi de peşine takıp evdeki tüm prizleri teker teker kontrol etmek! Sıkıysa bir "evet annecim, priz ve fişlerimiz yerinde, çalışıyor" deme, isyan bayrakları havada...

Yaklaşık 8 aylıkken başlayıp hala devam eden bu priz ve fiş merakımızın sonu nereye varacak, bilemiyorum. Tüm sabrımızla biz takıyoruz, o çıkarıyor. Gece saat 12, Deniz, Tolga ve sinirlenmeye başlayan ben, bizim odada duvarda asılı gece lambasının fişinı tak çıkar tak çıkar tak çıkar! Patlamak üzereyim! Dün akşam ütü tahtasını istedi, verdim, salonda baş köşede ters duran ütü tahtası, üzerinde Deniz, ütü tahtasına monteli prize fişi sokup çıkarmaya çalışıyor...yeter ki tatmin ol çocuğum dedim, yeter ki bu merakını yaşa ve bitir! ev evlikten çıktı, çingen çarşısı oldu mübarek...kovalar, elektrik süpürgesi, bisikletler, ütü ve tahtası, mutfak süzgeçleri evin belli başlı dekorları nasıl olsa...bakalım bu akşam hangi priz ve fiş bizi bekliyor, göreceğiz...


24 Nisan 2010 Cumartesi

Çocuk Bayramı!

Ne güzel bir isim...Çocuk Bayramı! Aslında onlara her gün bayram, bu saflıkla, bu sevgiyle, bu doğallıkla her günlerini Bayram gibi yaşıyorlar. Sanırım biz de o yüzden özeniyoruz çocukluğa geri dönmeye bu kadar...Neyse uzatmamak lazım derin tahlillere girerek :)))
Aslında programda babamı Foça'ya götürmek vardı, malum mevsimi geldi, durunamıyor buralarda. Hem Deniz'i de biraz denize sokarım diye düşünüyordum alıştırma babında ayaklarını falan, kumlarda yürürüz birlikte diye seviniyordum ama çocuklu insanların plan yapmaması gerektiğini ısrarla tekrarlayan Murphy yine iş başındaydı. Denizcim keyifsiz olunca benim şoförlük ve deniz planım yattı. İyi ki de yatmış!
23 Nisan gibi bir gün her sene deli dolu yaşanıp çocuğuna da yaşatılmaz mı hiç? Sabahın köründe kanım kaynayarak ayaktaydım törenlere gidicez diye. Benim sabırsızlığıma inat her sabah 7.30-7.45 arası uyanan çocuğumun o gün 9'a kadar uyuyacağı tuttu. Gelip gidip bakıyorum ne zaman uyanacak diye. Stadda yer kalmayacak çünkü, acele etmek lazım. Neyse uyandık, kahvaltı, giyindik, tam teçhizatlı Cevat Kelle misali hazırlandık derken 11'e kalmadan Karşıyaka Stadı'ndaydık. Daha yoldan gelmeye başlamıştı törenin o coşkulu ahenkli sesleri!
Yahu dedim ben yaşamayı çok seviyorum, bu coşku dolu, bu ruh dolu, bu güleryüzlü insanlarla dolu ülkeyi çok seviyorum, çoluk çocuk, anneanne, dede, teyze, hala, komşu....biraraya gelip Çocuk Bayramı Coşkusunu öncelikle çocuklarına yaşatmak ve sonra kendi çocukluklarını hatırlamak vasıtasıyla buraya gelen herkesi çok seviyorum! Ne kalabalık ne kalabalıktı! Hem de deli sıcağa rağmen! Bir sürü ülkeden gelen bir sürü aydınlık yüzlü çocuk, danslar ederek, çeşitli gösteriler yaparak, şarkılar söyleyerek, bandolar çalarak, en nihayetinde ellerindeki Türk bayraklarını havaya saçarak müthiş bir COŞKU verdiler bize, müthiş! "Atatürk'ün Işık Çiçekleri" diye başlayan şiirle birbirlerine bakarak gözleri dolan ve ağlayan onca ebeveyn, hepimiz, o çocukların hepsini bir yumak haline getirip yüreklerimize sokmak istedik ve hepimiz daha da bir sıkı sarıldık kucaklarımızdaki çocuklarımıza! Hayat sizinle güzel ve yaşamaya değer, siz geleceğin IŞIKLARISINIZ diye sarıldık minik yavrularımıza...Gırtlaklarımız patlarcasına 10.Yıl marşını söyledik hep bir ağızdan, herkes BİR SEVGİ seli oldu aktı. Müthiş bir enerjiydi, anlatılmaz yaşanır denen cinsten bir tecrübeydi...
O stadda yaşadığım kendi çocukluk 23 Nisan'larımı hatırladım, çimlere bastığımız, sıcaktan bunaldığımız, yanımızdaki ülkenin çocuklarıyla tarzanca konuşma çabalarımız, resmi geçit törenindeki ciddiyetimiz, bandonun morarttığı dizlerim, komik pisilerim...o kadar o kadar çok şey geçti ki gözümün önünden, hepsini anlattım Deniz'e hepsini...
İlk 23 Nisan Çocuk Bayramını yaşadı çocuğum...deliler gibi koştu, bandocu abi ve ablalarını izledi, fotoğraf çekimlerine model oldu, kah omzumda kah kucağımda dans gösterilerine alkış tuttu, Türk Bayrağını taşıdı ilk kez, sallamaktan helak oldu çocuğum...saat 12.30'da sıcağın, kalabalığın ve deli annesinin bitmek bilmez coşkusuyla yorulmuş, ağlıyordu artık ne olur gidelim diye. Yolda da uyuya kaldı minik kuşum...
Seneye dedim Deniz'e, daha erken kalkacağız annecim, en geç saat 8.30'da gölgelikte yerimizi alıp, 2.5 yaşın bilinciyle 23 Nisan'ımızı kutlayacağız. Daha nice bayramlara ama Sizlerle!

16 Nisan 2010 Cuma

İlişkilerde "değer" üzerine...

Neden birtakım pozitif "değer"leri tüketmeye bu kadar meraklıyız insanlık olarak...tam aksine artırmaya bu kadar da ihtiyacımız varken!
Neden bir başıboşluk, bir bencillik, bir hükmedicilik hakim tüm ilişkilerimize...
Neden "bütün dünya bana hizmet etmeli" anlayışıyla yaşayan prens ya da prenseslerin sayısı giderek çoğalıyor çevremizde...

"Değer" verdiğiniz ilişkiler ardı ardına sarsıldıkça şöyle bir mesaj yerleşiyor içten içe bilinçaltınıza: "Güvenmeyeceksin!"
Bu mesajı birebir doğru bulmasam da kendimce şu şekilde yorumlamaya ve bünyemdeki sert etkisini yumuşatmaya çalışıyorum:
"İlişkilerdeki bağını özgürleştireceksin! Beklentilerini, özellikle duygusal anlamda sıfıra indireceksin..
Herkesi de hayatı algıladığı ve seçtiği şekilde yaşaması için serbest bırakacaksın. Ve bir ilişkide asla fedakarlık duygusuyla hareket etmeyeceksin...Bu geri dönüşü tehlikeli olan bir şey... Ha sana müdahale etmeye kalkanlara da gereğince haddini bildireceksin!"

6 Nisan 2010 Salı

Enerji Durumları

İnsan dengesiz bir varlık!
Bir gün halsizlikten yatağa yapışıp kolunu kaldırmak istemezken, ertesi gün enerjisi tavan yapmış şekilde her şeyin üstesinden gelme gücüne erişebiliyor. Manen ve fiziken!
Aha örnek bendeniz!
Cumartesi sabahı sekize on kala Deniz'in çekiştirmeleriyle adeta sürünerek yataktan çıktım.
Gözlerimi açamıyorum, bir halsizlik, genel bir mutsuzluk hali...uyuz mu uyuz...
Evde kahvaltı hazırlamak bile zul geldi, çocuğu kaptığım gibi kuzenime gittim. Baktım açmadı, geri döndük. Akşamüzeri sahile yürüyüşe çıktık açılırım umuduyla ama yok, o kilometre yürüme ruhu yok o gün bende! Bugün iş çıkmaz, yallah evine kızım dedim. Geceden de Tolga'ya tembih ettim, ertesi sabah bana dokunmuyorsunuz diye!
Ama o ne? Pazar günü gün ışığıyla Deniz'i beklemeden kendiliğinden açılan gözler cin gibi ve hayat dolu, içim kıpır kıpır! Hava muhteşem! Hemen balkonda kahvaltı yapabilir miyiz diye kontrole gittim. Sonuç pozitif! Balkon pırıl pırıl yıkandı, silindi. Sarı kafa mutluluk kelebeğimle birlikte kahvaltı hazırlığı başladı. Yazlık mama sandalyesi balkonda yerine kuruldu. Fırında kaşarlı ekmekler, domatesli omletler, mis gibi demlenen çay, kekikli zeytinler...pazara yol alan insanların neşeli sohbetlerini izleyip dinleyerek şahane bir kahvaltı yaptık. Kova, kürek, tırmık üçlümüzü kaptığımız gibi karşımızdaki parka indik. Tolga ile ikisini bırakıp kendime ait birkaç işi hızlıca hallettim. Parka döndüm ki, sarı kelebeğim Efe diye harika bir abi bulmuş, mutlulukla kamyonlarını doldurup boşaltıyorlar...hiç bu kadar uzun parkta kalmamıştık, Tolga, ben, Deniz, Efe, Efe'nin dedesi, Gökdeniz ve babası...neşe içinde bir park keyfi yaşadık. Eve çıkıp duşumuzu yaptığımız gibi öğle yemeği ardından uyku..Bugün pazara ben gideceğim dedim Tolgaya. Yallah pazara o güzelim tazecik sebze ve meyvelerin arasına! Ne keyif ne keyif, pazar arabasında yer kalmamış, o kadar çok şey almışım...Onları eve bıraktığım gibi yürüyerek market alışverişine. Ha bir de bütün bunları yaparken sürekli çevreme sırıtıyorum, ne güzel bir gün değil mi diye!
Tolga da pek bir anlam veremedi halime, sessiz sessiz izliyor...Girdim mutfağa, brokoli timbalesler, fırında patatesler, tavuklu pilavlar, kremalı çorbalar, taze yeşillikli salatalar...habire çalışıyorum, bitmiyor enerji. Sonra bana da garip geldi halim, başladım dışarıdan izlemeye kendimi, harbi garip bir güç gelmiş bu kadına dedim, zira sabır küpü olan kocamın bile sabrını çatlatan çocuğumu o an dünyanın en geniş yüreği ve hoşgörüsüyle bağrıma basabildim...Tolga'nın açlıktan ve yorgunluktan nevri dönmüştü ama ben havaya saçılan pilav tanelerini toplarken pek bir mutluydum!
Ne sinir bozucu değil mi? Bazen pek bir gıcık olurum bu haldeki insanlara, yapay gelir haletleri ama değilmiş vallaha, ben de hissettim, yaşadım birebir. Nitekim uzun sürmedi, Pazartesi sabahı işe yine sürünerek geldim...
Dediğim gibi, İnsan Dengesiz bir Varlık!

2 Nisan 2010 Cuma

Cafe Fernando ve Snow Egss Şerefine

Her iki blogun da hayatımda çok önemli bir yeri var zira çocuk doğurmakla birlikte küllenmeye yüz tutmuş "mutfakta", "yemek" ile uğraşma şevk ve zevkini olağanüstü tariflere ek anlatım ve görsellikle canlandırıp kıpır kıpır yaptılar beni...
kendimi iki ara bir dere fırsat yaratıp (isteyince nasıl da oluyor) bir kadeh şarap ya da soğuk bir bira eşliğinde, Deniz'i de işin içine katıp, ocak başında çeşitli denemeler yaparken buluyorum: portakallı lorlu pancakeler, portakallı mercimek çorbaları, spaghetti bolognese'ler deniyoruz...ağzınız sulandı değil mi, sizi de davet ediyorum bu müthiş yemek bloglarını keşfetmeye..

CafeFernando bugün 4. yaşını kutluyor!
Sevgili Selen sayesinde tanıdığım SnowEggs ise geçenlerde 1. yaşını kutladı!
Bu güzel Cuma gününü onlara İyi ki doğdunuz diyerek kapatmak istiyorum.
Sizleri tanımak ve hayatıma katmak çok iyi geldi.

Nice senelere!

30 Mart 2010 Salı

Iggle Piggle & Upsy Daisy

Yaklaşık 1 aydır akşam 20.30-21.00 arası düzenli aktivitemiz, çocukların neden bu kadar çok sevdiğine bir türlü anlam veremediğim Gece Bahçesi'ni izlemek! Zira bana göre tam bir deli saçması ama Deniz için Iggle Piggle, Upsy Daisy, Makapaka, Ninky Nonk, Pontifine'lar...evimizin dördüncü bireyleri. Çevreden aldığım izlenimler 1,5-2,5 yaş arası çocukların bu karakterleri çok sevdiği yönünde...

Geçenlerde ofisten bir arkadaşım ile (onun da 1,5 yaşında bir kızı var) yine çocuklarımızın bu karakterleri neden bu kadar çok sevdiğini konuşuyorduk. Konuşmanın bir yerinde "artık karar verdik, izlemeyi yasaklayacağız, çünkü Iggle Piggle ve Upsy Daisy sürekli sarılıp birbirlerini dudaktan öpüyorlar. Çocuklara çok yanlış şeyler öğretiyor bu karakterler" dedi.
Nasıl yani oldum, dondum kaldım, bir şey diyemedim! Tıkandım resmen!
Zira bir yetişkin olarak benim bu öpüşme harekinden anladığım, bir SEVGİ ifadesiydi!
Arkadaşımın anladığı ise, bir SAPIKLIK tehdidiydi.

Siz olsanız birbirini öpen iki çizgi film karakterinin maceralarını izlemeyi çocuğunuza yasaklar mıydınız? Cidden soruyorum ya, eğrisi doğrusuyla bir anlatır mısınız, özellikle çizgi film konularında tecrübesi olan anne babalara soruyorum...


Giyinme&Soyunma Sendromu

Bir çocuğunuz olunca yerleşik normların işleyemediği öyle çok olayla karşılaşıyorsunuz ki....bu çocuklar adeta sahip olduğumuz tüm yapay kuralları sorgulatmak ve zaman zaman da yıkmak ihtiyacıyla dünyaya geliyorlar, kesin!

Bizim evde bugünlerin yıkılası kuralı günlük ve gecelik düzene göre giyinip soyunmak!
Aynı Can'da olduğu gibi bizde de müthiş bir başkaldırı sözkonusu!
Gündüz pijamalarla gezilip, gece de iki ara bir dere "zorla" giydirilen günlük kıyafetlerle uyunuyor.

İlk önceleri çok yadırgadım, zira aldığım gelenekçi eğitime göre gece yatarken pijama giyilmesi, sabah olunca da pijamanın çıkarılıp günlük kıyafetlerin giyilmesi gerekirdi. El yüz yıkanır, pijamalar katlanıp yatak içine konur, düzgün bir kahvaltı edilir, çanta hazırlanır, temiz ve düzenli bir şekilde güne başlanırdı! Eh böyle bir "düzende" büyümüş bir annenin ileride çocuğuna da aynı düzeni "empoze" etmeye çalışmasından daha doğal ne olabilirdi ki?

Şükürler olsun ki, son günlerde, beyni henüz toplumsal normlarla şartlanmamış, özgür, kuralsız ama MUTLU çocuğum sayesinde, sahip olduğumuz pek çok kuralın ne kadar yapay ve ne kadar anlamsız olduğunu bir kez daha anladım!

Biz yetişkinlere göre bu bir gereklilik mi, evet! Çünkü toplumsal düzenin bir parçasıyız, bu düzene göre hareket etmezsek dışlanır, kabul görmeyiz. Elbette gereğini yerine getireceğiz ama söyler misiniz allah aşkına bir çocuk için pijamayla dolaşmanın ya da günlük kıyafetlerle uyumanın ne önemi olabilir ki?
Onun için önemli olan tek şey, oyun oynamak, SEVİLMEK ve MUTLU OLMAK! Bu kadar sade ve basit!
Pijamayla dolaşması ya da pantonla uyuması onun için hiç problem değil! Bizim içinde olmaması gerekir çünkü bilmeliyiz ki bir kere bu geçici bir dönem, üzerine gidip çocuğu sıkmaya ve mutsuz etmeye değmez, elbet zamanı gelince kendisi isteyecek üzerine değiştirmeyi, ikincisi bırakalım da onlar sayesinde bizlerin de "etraf ne der" takıntıları yıkılsın, yerle bir olsun! Şöyle bir rahatlayalım, derin nefes alıp gerilen karın kaslarımızı serbest bırakalım. "Aaa çocuğunu pijamayla parka getirmiş, ne biçim anne" bakışlarına meydan okuyalım!

Bu aralar yine Neill'e takmış durumdayım, niye bu kadar etkileniyorum, niye bu kadar etkileniyorum diye Nihan'ın başının etini yiyiyordum, sonra anladım ki bu özgürlüğe en çok kendimin ihtiyacı var da ondan!
Ancak kendi özgür olabildiğim ölçüde özgür bir çocuk yetiştirebilirim de ondan! Yine işe kendimden başlamak gerekir de ondan! Ben gerek mantalde(ki en önemlisi bu aslında) gerekse fizikse ne kadar takıntısız ne kadar rahat ne kadar esnek olursam çocuğum ve eşim de ancak ve ancak o kadar rahat, o kadar huzurlu olabilirler de ondan....

Dolayısıyla sınırlarını giderek genişleten bir serbestiyet hareketi başladı bizim evde.
Yılbaşı temalı pijamalarımızla parka gidip, kot pantolon ve süeterimizle uyuyabiliyoruz.
Çatal ve kaşığı çeşitli manevralarla etrafa savurup dökülen yiyecekleri keyifle temizleyebiliyoruz.
Evin içinde montla fakat çorapsız ve ayakkabısız her santimetrekareyi dolaşabiliyoruz.
Iggle Piggle'ı çamaşır makinesinin içine tıkıp banyo yaptırabiliyoruz.
"Pis pis" diye yasakladığımız tuvalet temizleme fırçalarıyla tuvaleti bir güzel temizleyip alkışlıyoruz.
Herkes istediği zaman banyo yapıp, istediği zaman uyuyor!
Yastığa değil yorganın üzerine yatıyoruz!
Zorlama yok, empozisyon yok, yerleşmiş katı kurallar yok!
Sürekli oyun oynamak, gülmek ve mutlu olmak isteyen dünyalar tatlısı bir çocuk var!

Bunu uyguladıkça görüyorum ki gerçekten de çocuk kendi ihtiyaçlarını kendisi gayet isabetli bir şekilde belirleyebiliyor. Senin kıçını yırtıp zorla "yaptıramadığın" bir sürü şeyi, kendi talebiyle yapmaya başlıyor. Sen de şaşıp kalıyorsun nasıl oldu bu diye.
İşte böyle oluyor: aynen Neill'in dediği gibi yeter ki "olmalarına" izin verelim, yeter ki içlerindeki bilgiye ve iyiliğe güvenelim. Çocuklara zorla ve zamanından önce bir şey öğretmeye kalkmayalım, yerleşik tüm inanç ve kuralları ne kadar gerekli ve ne kadar uygulanabilir olduğuna göre sorgulayıp öyle ifade edelim.
Otomatlıktan çıkıp kendimizi özgürleştirebilelim ki MUTLU ve ÖZGÜR çocuklar yetiştirebilelim.

11 Mart 2010 Perşembe

Personality

Yeni yılda Hindistan acentasından bir arkadaşımız çok güzel bir yazı göndermişti.
Print edip panoma asmıştım. Bu ara öyle tatsız olaylar üst üste geldi ki şirkette, bugün bu yazıyı tekrar okuyunca derin bir iç çektim ve yazarken her kelimesini hissetmeye çalıştım. Basit ama sık sık unuttuğumuz ama her zaman ihtiyacımız olan temel yaklaşımlar...

Don't compare your life to others'. You have no idea what their journey is all about.
Don't have negative thoughts or things you cannot control. Instead invest yr energy in the positive present moment.
Don't over do. Keep yr limits.
Don't take yourself so seriously. No one else does.
Dream more while you are awake.
Forget issues of the past. Don't remind yr partner with his/her mistakes of the past. That will ruin yr present happiness.
Life is too short to waste time hating anymore. Don't hate others.
Make peace with yr past so it won't spoil the present.
No one is in charge of yr happiness except you.
Smile and laugh more.
You don't have to win every argument. Agree to disagree.

17 Şubat 2010 Çarşamba

A.S.Neill'den alıntılar

Neill'in "Sorunlu Aile"sini okuyorum. Öyle çarpıcı, öyle etkileyici tespitleri var ki, oha oluyorum kelimenin tam anlamıyla...

"...sıkı ev disiplininin en geniş anlamıyla hadım edilmeyi, yaşamın hadım edilmesini hedeflediğini söylemek hiç yersiz olmaz. Hiçbir itaatkar çocuk özgür bir yetişkin olamaz; cinsel arzularını kendi kendine doyurması nedeniyle cezalandırılan hiçbir çocuk, hiçbir zaman tam anlamıyla cinsel boşalma yetisine sahip olamaz. Anne babanın kendinin olmayı başaramadığı kişiyi çocuklarında görmek istediğini söylemiştim, dahası var; duygularını bastırmış her ana baba, çocuğunun hayattan kendisinin aldığından fazlasını almamasını sağlamaya kararlıdır. Ölü ana babalar, çocuklarının canlı olmasına meydan vermezler!"

Bizler ne durumdayız? Duygu hayatımız, cinsel hayatımız ne durumda? Hiç bakıyor muyuz kendimize? Neleri bastırıyor; dolaylı olarak çocuklarımıza bastırılmış hangi duygularımızı aktarıyoruz?
Çok zor sorular bunlar, biliyorum ama mutlaka konuşup irdelenebilmeli...utanıp sıkılmadan...

16 Şubat 2010 Salı

Kendime ait Zaman ve Mekan istiyorum

İnsanın çocuğuyla yalnız kalamaması nasıl bir duygudur, biliyor musunuz?
Son derece sıkıntılı ve bunaltıcı!
Deniz'e annemin bakmasının büyük avantajları olduğu kadar büyükkkk dezavantajları da var...
Keşke en azından 2 yaşını bitirene kadar çocuğuma kendim bakabilseydim...Keşke imkanlarım buna elverseydi...
Bugün biraz sıkıntılıyım...kafam da karışık.
Çekirdek ailemi yeniden organize etmek istiyorum.
Evimde kendime ait Zaman ve Mekan istiyorum.
Çocuğumla birebir yaşayacağım geniş zamanlar istiyorum, özgürce, kimsenin karışmadığı, kimsenin fikrini belirtmediği, kimsenin çat kapı gelmediği zamanlar...Deniz, Tolga ve Ben'in, Aile olduğumuzu hissedip yaşayabileceğimiz ortamlar...
Böyle kalabalık bir sülalede ne yazık ki buna çok fırsatım olamıyor!
Ne yapmalıyım, katı sınırlar mı çizmeli yoksa daha da esneyip rahatlamalı mı, konuşsam bir türlü konuşmasam bir türlü...sıkışmış durumdayım :((((

15 Şubat 2010 Pazartesi

İlle de çocuk, her daim çocuk!

Sabah zonklayan bir kafayla işe geldim!
Öyle dayanılmaz bir ağrıydı ki, bir an önce rahatlamak amacıyla hiç tarzım olmasa da kuvvetli bir ağrıkesiciyi mideye indirdim. Öğleden sonra oldu, hala sersem gibiyim...

Dün akşam özlediğimiz ve hevesle beklediğimiz bir arkadaşımız evimize kalmaya geldi.
Deniz gündüz uykusunu almış, yürüyüşün üzerine ılık banyosunu yapmış, ev hali içinde mutlu mesut oynuyordu. Ben de "oh oh ne güzel, akşam da Tolga ile oynarlar ben de bol bol sohbet ederim" diye safça hayaller kurup geceyi programlıyordum kendimce.. ancak ve ancak gecenin sonunda şunu anladım ki, çocuklu bir insan olarak hevesle program yapıp, gerçekleşmeyince de hayal kırıklığına uğramayacaksın! Hatta ve hatta isterse evine Kraliçe Elizabeth gelsin, ilk ÖNCELİĞİ daima ÇOCUĞUNA vereceksin! Boşver yemeği, sofrayı, çay, kahveyi...kimse aç kalmaz nasıl olsa.
Normalde Pazar akşamları yemek seromonisi ile uğraşmayız biz, Tolga bir şeyler hazırlar, hallederiz.
Vaktimizin çoğunu Deniz ile birlikte oynayarak, dolaşarak, sohbetleyerek geçiririz. Her talebine karşılık verir, asla onu geri çevirmeyiz. İlgi, alaka, zaman, paylaşım...hep onunladır. Hafta içi yeterince tatmin olamayan Anne&Baba özlemini, haftasonları tüm önceliği ona tanıyarak doyurmak isteriz kendimizce.
Dün akşam, yemek, sofra, mutfak telaşı, sohbet özlemi derken, bacaklarıma tırmanıp sürekli kucakta kalmak isteyen minik oğlumu biraz ihmal ettim sanırım ki, gecemizi her daim hatırlanabilecek bir geceye çevirdi. Yerimden kalkıyorum ağlıyor, Tolga odadan çıkıyor, ağlıyor, su veriyoruz ağlıyor, bir Tolga'ya bir bana...ne yapsak mutlu edemedik minik kuşu...Bizim çaresizliğimiz onun hıçkırıklarıyla birleşince üzüntümüz daha da arttı. "Çocuğun davranışlarının altında yatan ihtiyacı anlayıp tatmin ederseniz, olay kendiliğinden çözüme kavuşur" diyen Prof.Dr.Sabiha Paktuna geldi sürekli aklıma, 16 aylık miniğimi anlayamadığımız için içim daha bir parçalandı! Yavrucuğuma sarıldım, "yanındayız annecim, seni çok seviyoruz, seni çok önemsiyoruz, seni ihmal ettiysek çok özür dileriz, lütfen gevşe ve rahatla, buradayız biz" fısıltılarım onun hıçrıklarına karışarak uykunun kollarına bıraktık kendimizi. Meleklerini de çağırmıştım, onu rahatlatıp korusunlar diye, iyi çalışmış olmalılar ki sabaha kadar deliksiz uyudu bizimki.
Sabah sekizde gayet zinde, yenilenmiş, neşe dolu çocuk enerjisiyle ayaktaydı!

Onun mutluluğunu görünce birden gevşeyen Ben, koca kafama koca bir de baş ağrısını ekleyip öyle start aldım yeni haftaya. Hah dedim, haftanın dersi ille de çocuk, önce çocuk!

5 Şubat 2010 Cuma

Soğuk İzmir günleri, hastalıklar, güzel kitaplar, ilk azımız ve maymuna dönen Ben üzerine...

Ben geldim !!!!
Neler neler oldu geçen sürede bizim cephede...

İzmir'de alışık olmadığımız soğuklar tabiri caizse tam anlamıyla kıçımızı dondurdu!
Zar gibi giyinen ben bile üzerime kalın bir mont çekip, Kordon'un ayazına karşı atkı ve bereyi doladım boynuma...
Deniz kuşu eve hapsoldu, camdan kuşları, uçakları, nene ve dedeleri izledi...
Evde karıştırılmadık delik bırakmadı, bizim yatakta zıplamayı ve atlamayı keşfetti, en zevkli oyunumuz haline geldi...

Nuray'cım işe döndü ama hastalıklarla birlikte...Sonra Eva, ardından Avi hastalandılar...bütün ofis hastalıktan kırıldı çoluk çocuk...aman korunalım derken Fritz de hastalandı. Ben aralarında tek tabanca sağlam kalma çalışmalarımı hala sürdürüyorum...

Nihancım vasıtasıyla Prof.Dr.Sabiha Paktuna Keskin'i ve şahane eserlerini keşfettim.
Nasıl bir iştahla okuyorum nasıl...en çok Doğru bildiğim Yanlışlarımla karşılaşmak beni çok etkiledi. Tüm bu bilgileri içselleştirip sağlam bir zemine oturtmak lazım. Şu an kafam allak bullak vaziyette...

Ben patlamadan çok şükür Deniz kuzumun ilk azısı patladı!
Çocuğum ağzındaki ızdıraptan tüm neşesini yitirdi, iştah kayboldu, uykuları bozuldu, kucağa düştü iyice, hiç bırakmayın beni diyor, yatağa koyar koymaz uyanıp tekrar göğsümüze sığınıyor...çok tatlı çokkkkk....

Tüm bu sürecin içinde maymuna dönen Ben, her akşam iş çıkışında gökyüzüne bakıp bu günü 1 dakika daha uzun yaşadık diye kendimce minik sevinçler yaratıp evimin yolunu tutuyorum...

12 Ocak 2010 Salı

Çocuk Gelişimi Kitapları Üzerine

Yazamıyorum...ama bol bol okuyorum. Hatta beğendiğim şeyleri buraya not düşmek istiyorum ama vallahi de billahi de zamanım kalmıyor. Neyse yine Zaman muhabbetiyle uzatmayıp şu yirmi dakikamı iyi değerlendirmeye bakacağım...

Bu aralar Çocuk Eğitimi üzerine kitaplara sarmış durumdayım. Elbette her kitap benim değerlerime, inançlarıma, fikirlerime, gelecek vizyonuma hitap etmiyor. Aralarından işime yarar bilgileri almaya ve uygulamaya özen gösteriyorum. Aslında bu konuda yazacak o kadar çok şey var ki çünkü hem anne/babalar olarak bizler hem de minik yavrularımız güya "eğitim" başlığı altında feci bir dejenerasyona maruz kalabiliyoruz.

Dr.Thomas Gordon'un Etkili Anne Baba Eğitim isimli kitabını okudum son olarak.
Nihan'a da yazdığım gibi yeni bilgiler edinmeyi çok seviyorum. Bu kitapta da A.S.Neill'in Özgürlük Okulu'ndaki gibi çok kullanışlı bilgiler buldum. Kimine yok ya olamaz deyip karşı çıktım, kimine şapka çıkardım, kimine temkinli yaklaşıp sorular sordum, notlar aldım...bunlar üzerinde hala düşünüyor ve uygulama sonuçlarını mutlaka test etmek istiyorum...neticede teorik olarak epey bir faydalandım kitaptan.

Buraya kitabın son bölümlerinden bir iki paragrafı özellikle yazmak istiyorum çünkü bana göre bir İnsan Yetiştirme'nin ana ilkesini, ana prensibini özetlemiş. Çatıyı kurmuş, aynen Halil Cibran'ın yaptığı gibi...Benim için de olay aynen budur!

"Sağlıklı insan ilişkilerinde her kişi karşısındakinin kendisinden 'ayrı' olmasına izin verebilir. Bu ayrılığı kabul ne denli çok olursa karşımızdakini değiştirme, davranışlardaki farklılığı kabullenmeme ve insanların biricikliğine hoşgörüsüzlük o denli az olur.

Ebeveynlere sık sık şunu anımsatma gereği duyarım: 'Bir yaşam verdiniz, şimdi çocuğun ona sahip olmasına izin verin. Verdiğiniz bu yaşamda ne yapacağına kendisi karar versin.'

Çocuğun, anne/babadan ve onların kendisi için yaptıkları projelerden ne denli farklı olursa olsun, olmak istediği şeyi olmaya hakkı vardır. Bu onun başkasına devredilemez Hakkıdır!

Ebeveynler bu dünyaya çok çeşitli çocukların geldiğini ve onların da gideceği çok çeşitli yoların olduğunu kavrararlarsa kabul edemeyecekleri davranış sayısı çok azalır.

Ve son olarak,

"Çocuğunuzun ÖZEL bir şey olmasını istemeyin; yalnızca OLMASINI isteyin" derim. Böyle bir tavırla ebeveynler her çocuğa karşı daha çok kabul edici olduklarını ve her birini 'kendi istediği gibi olurken' izlemenin ne denli neşe ve heyecan verici olduğunu fark ederler.

Kesinlikle çok doğru!

Kaynak: Dr.Thomas Gordon, Etkili Anne Baba Eğitimi

5 Ocak 2010 Salı

Yeni Yıl'da Zaman

En güzel "İyi Yıllar" dileğini Halil Cibran'ın enfes şiiriyle çok sevgili Gülcan'cım göndermiş.
Üzerine söylenecek bir şey kalmıyor...

ZAMAN

Ölçüsüz ve ölçülemeyen zamanı ölçebileceksiniz. Davranışlarınızı ayarlayacak ve hatta ruhunuzun rotasını, saatlere ve mevsimlere göre yönlendirebileceksiniz.

Zamanı, kıyısında oturup, akışını izleyeceğiniz bir nehir haline döndüreceksiniz.

İçinizde zamana bağlı olmadan varolan öz, yaşamın zamandan bağımsızlığının zaten farkındadır;Ve bilir ki, dün bugünün anısı, yarın ise bugünün rüyasıdır.

Ve yine bilir ki, içinizde şarkı söyleyen veya düşünen özünüz, hala yıldızları uzaya dağıtan o ilk an'ın içinde devinmektedir.

Aranızda, özündeki sevme gücünün sınırsızlığını hissetmeyen var mıdır acaba?

Yine de bu hudutsuzluğuyla aynı sevginin, bir sevgi düşüncesinden diğerine, bir sevgi davranışından bir başkasına, kendi varlığının tam orta yerinde sımsıkı ve hareket etmeden durduğunu kim hissetmez?

Ve zaman da, tıpkı sevgi gibi bölünemez ve ölçülemez değil midir?

Yine de eğer düşüncenizde zamanı mevsimlerle ölçmek isterseniz, her mevsimin diğerlerini içermesine izin verin.

Ve bırakın bugününüz, geçmişi anılarla, geleceği ise özlemle kucaklasın.